top of page

İKONİK MAVİ KİTAP YENİDEN...

1980’li yıllarda basılan ve neredeyse 40 yıldır tüm seramik camiasının başvuru kaynaklarından biri olan Seramik Teknolojisi kitabı Prof. Dr. Ateş Arcasoy ve Doç. Hasan Başkırkan tarafından yeniden yazıldı, TSF desteğiyle basıldı. Arcasoy ve Başkırkan ile yaptığımız keyifli sohbet ise kitapla sınırlı kalmadı.


FATMA BATUKAN BELGE


Prof. Dr. Ateş Arcasoy’un yazdığı Seramik Teknolojisi kitabını Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü’ne girdiğimde almıştım. 1983 yılında bu kurum tarafından basılmış edisyonuydu. Mavi kapaklı o kitap, öğrenciliğimden beri hâlâ en önemli başvuru kaynaklarımdandır. Sanattan mühendisliğe üniversitede seramik eğitimi alan herkes o kitabı almış, kitabı bulamadıysa fotokopisini edinmiştir. İşte bu efsane kitap, Prof. Dr. Ateş Arcasoy ve Doç. Hasan Başkırkan tarafından yeniden yazıldı, TSF’nin sponsörlüğünde basıldı ve yine seramik başvuru kitaplarımız arasında yerini aldı. Teknoloji kitabı olduğu için de hocalarımızı Bilim sayfalarına konuk ettik ama elbette çoğunlukla sanattan konuştuk.

Hocam, benim kitabımı “Kalıcı sanatlar teknolojileri ile dost olanlardır” diye imzalamıştınız. Seramik sanatçısı teknolojisinden de anlamalı mıdır?


ATEŞ ARCASOY: Yalnızca seramik üreten sanatçılar değil, her sanatçı ürettiği sanat kolunun en azından kökenini, tarihsel ve coğrafi gelişimini, malzemesini, malzemenin kullanım tekniklerini öğrenmek ve bilmek zorundadır. Seramik üretimi, tarih boyunca durmaksızın geliştirilen teknolojileri ile bugünlere ulaşabilmiştir. Örneğin, çömlekçi tornası yeryüzündeki en eski seramik üretim makinesidir. Günümüzde seramik üreten sanatçılar, artık ayak tornası yerine, hızı ayarlanabilen kontrol edilebilen çömlekçi tornalarını kullanmaktadırlar. Seramiğin pişirilmesine gelince, başlangıcından günümüze dek birçok farklı pişirme düzenleri ve teknikleri geliştirilmiştir. Seramikçi, bu köklü ve yerleşmiş teknolojileri öğrendiği ve bunlardan yararlanabildiği oranda kaliteli ve özgün işler üretebileceğini kabul etmelidir. Eriştiği her deneyim, teknolojiye kalıcı bir katkıyı da birlikte getirmektedir. Bu katkı, seramik sanatına yansıdığı oranda değer kazanıp, sanatçıya yeni ve araştırılmamış alanlarda özgürce ilerlemesi cesaretini de vermektedir.


Bauhaus felsefesiyle kurulmuş olan DTGSYO’nun ilk öğrencilerindensiniz. Bu felsefe üzerinizde nasıl bir etki yarattı?


A.A: Bauhaus felsefesi ile kurulmuş olan DTGSYO’nun başlangıçtaki beş temel bölümünden biri olan seramik bölümünden 1964 yılında mezun oldum. Hocalarımız Almanya ve Avusturya’da Bauhaus ekolünü en iyi temsil eden, 1919’da Weimar’da Walter Gropius tarafından kurulmuş olan Alman Güzel Sanatlar Okulu’ndan yetişmişlerdi. Bu okulun kuruluş felsefesinin amacında plastik sanatlar, el sanatları ve sanayinin bir bileşimini yaparak canlılık ve işlevsellik kazanan yapıtlar üretmek vardı. Dünya ve Türkiye için zor yıllar olarak kabul ettiğim o 60’lı yıllarda, seramik şekillendirme hocamız J. Grove bizi sınıfça (20-25 kişiydik) Almanya’ya, içlerinde Rosenthal ve Arzberg porselen fabrikalarının da bulunduğu, ünlü porselen fabrikalarına staja gönderdi. Hiçbirimiz o yabancı ülkede dil sorunu yaşamadık. Çünkü Tatbiki’deyken (bizler okulumuzu kısaca böyle adlandırırdık) Türk hocalarımız dahil, bütün öğrenciler Almanca konuşup anlaşabiliyorduk. Okulda yabancı dil zorunlu dersler arasındaydı ve çok ciddiye alınıyordu. Tüm öğrencilik ve akademisyenlik dönemim boyunca, bir yabancı dili, özellikle de Almanca’yı bilmek, benim için seramik sanatı ve tekniğini izlemeyi mümkün hale getirdi. Seramiğin teknolojisinde atılım yapan en önemli Avrupa ülkesi Almanya, en eski yayınlar da Almanca idi.


Seramik disiplininin hem sanat hem mühendislik dalında eğitim aldınız. Kendinizi hangi alana daha yakın görüyorsunuz?


A.A.: Seramik disiplininin önce sanat sonra da mühendislik dalında aldığım eğitim bende zamanla bütünleşti, aralarındaki bağı iyi algılayıp değerlendirebildiğim için de beni bugünkü düzeyime getirdi. Seramik eğitiminin verildiği okullarda Seramik Teknolojisi derslerinin uygulamalı ve teorik olarak çok iyi okutulması taraftarıyım. Seramik Teknolojisi öğrencilere başlangıçta zor gelse de, zamanla bu dalın ağır basan bir de sürprizlerle dolu, sanatını kışkırtıcı ve zenginleştirici yönünü keşfetmek, titizlikle sürdürülmesi durumunda Seramik Teknolojisi dersinin bölümün en ciddi ve olmazsa olmazı pozisyonunu kapması işten bile değildir.


Kitaba gelecek olursak, yıllardır güncellemek istediğinizi biliyorum. Hasan Başkırkan ile çalışmaya nasıl karar verdiniz? Nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?


A.A.: Tüm teknolojilerde olduğu gibi, seramik teknolojisi de içeriği nedeniyle çok çabuk tüketilebilen, hızla eskiyen ve yenilenmeye ihtiyaç gösteren birçok özelliğe sahiptir. Beni tanıyan herkes, ilk Seramik Teknolojisi kitabımı daha “sevimli”, daha görselli ve daha kolay okunup anlaşılabilen bir ders kitabı olarak yazmak istediğimi bilir. Doç. Hasan Başkırkan’ı 2000’lı yıllarda Prof. Orhan Oğuz ve Prof. Yılmaz Büyükerşen’in yöneticilikleri dönemlerinde, sanatta yeterlik/ doktora dersleri vermek üzere gittiğim Anadolu Üniversitesi’nde tanımıştım. Onun seramik malzemenin bir teknolojisi olduğunun farkındalığı ile, kendisini seramik malzemenin sanatı ve teknolojisiyle en iyi donatabilen bir potansiyelinin olduğu izlenimini edindim. Kariyerlerimizin devamında, Doç. Hasan Başkırkan ile Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yollarımız kesişmekten öteye adeta birleşti. Onunla aynı bölümde benzer dersleri veriyorduk. Benim dilimden anlayabilecek, işbirliği yapabileceğim, artıları ile de çok iyi bir alt yapıya sahip olduğuna karar verdiğim zaman Doç. Hasan Başkırkan’a Seramik Teknolojisi (ST) adlı, herkesin edinmek isteyeceği bir ST kitabını birlikte yazmak isteyip istemeyeceğini sordum. Olumlu yanıt alınca da hemen çalışmaya başladık. Geçirdiğimiz çalışma sürecini Doç. Hasan Başkırkan da ayrıntılı ve içtenlikle anlatacaktır.


 

Doç. Hasan Başkırkan'a göre, teknolojiye hakim olmadan elde edilecek başarı, tesadüf olur...


"Malzemenin dilinden anlamak, üretimde çok büyük avantaj sağlar"



Seramik Teknolojisi gibi önemli bir kitabın yeniden yazılmasında Ateş Hoca ile beraber çalışmaya nasıl karar verdiniz? Nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?

HASAN BAŞKIRKAN: Öncelikle bu soruya cevap vermeden önce şundan bahsetmeliyim: Seramik malzemenin teknolojisi olduğunun farkındalığına ulaşmam, 1996 yılında henüz Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü’nde birinci sınıf öğrencisi iken ‘Seramik Kimyası’ dersinde üzerimde çok emeği bulunan Sayın Hocam Prof. Soner Genç’in ders kaynağı olarak Marmara Üniversitesi’nden ‘Seramik Teknolojisi’ isimli bir kitabı, arzu eden öğrencilere getirtmesi ile başladı. Mesleki olarak edinmiş olduğum bu ilk kitabı elime aldığımda, kitabın yazarı olan Prof. Dr. Ateş Arcasoy ismi ile karşılaştım. Kitap daha sonra elimden düşürmediğim bir bilgi hazinesine dönüştü. Asistanlık, yüksek lisans, sanatta yeterlik gibi girmiş olduğum çok önemli sınavlarımda ve yazmış olduğum tez, bildiri, makale gibi yayınlarımda kaynaklarımdan en önemlisi bu ‘mavi’ kitap oldu. Takip eden yıllarda kongre, seminer bazen de sanatsal etkinlik gibi faaliyetlerde Ateş Hoca ile karşılaşma ve tanışma fırsatını da yakaladım. Anadolu Üniversitesi’nde başlamış olduğum akademik hayatımı 2014 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sürdürme kararımla da Ateş Hocam’la vakit geçirme, derslerine katılma, ışığından daha fazla yararlanma şansına sahip olmuş oldum.


2017 yılı Mayıs ayının bir perşembe gününde çok Sayın Hocam Prof. Dr. Ateş Arcasoy’un rutin bir öğle yemeğinde: “Seramik Teknolojisi kitabını yeniden yazmak istiyorum, bu çalışmayı seninle yürütmeyi arzu ediyorum, ne dersin?” sorusu üzerine heyecandan nefesimin kesilecek gibi olmasıyla başladı süreç… Fakat ben tam da o dönemde bir sergi açmış, Eylül ayında açacak olduğum diğer yeni bir serginin hazırlığında ve Ekim ayında doçentlik sınavına başvuru yapacağım bir sürecin içerisindeydim. Aslında bu çok kıymetli ve ani teklifin karşısında çok sevinmenin yanında korkmuştum da ve heyecandan ne cevap vereceğimi bilemeyerek, Ateş Hocam’ın bana Ekim ayına kadar müsaade edip edemeyeceğini sorduğumu hatırlıyorum. Hocam’dan aldığım ‘elbette’ cevabıyla içinde olduğum süreci çok kısa bir sürede tamamlayarak ve kendimden emin olarak Eylül ayında çalışmaya oturduk. 1983 yılında yazılmış ve üzerine bu nitelikte başka bir kaynak oluşturulamamış, ben ve benim gibi mesleğe gönül vermiş pek çok seramikçinin kutsal bir kaynağı olmuş olan bu kitabı Ateş Hoca ile birlikte tekrar yazabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. İlerleyen sohbetlerimizde, Ateş Hocam’ın bu kitabı yazarken, benim içinde bulunmuş olduğum yaşta ve akademik unvanda olması tesadüfi ortaya çıktı ve bu da bize ayrı bir mutluluk kaynağı oldu.


Ateş Hocam eğitim dönemlerinde perşembe günü sabah Geleneksel Türk Sanatları Bölümü’nde derse gelir, öğlenleri Boğaz manzaralı restoranımızda buluşur ve tüm bölüm ve çok kıymetli diğer yarı zamanlı hocalarımızla, çoğunlukla balık menüsü ile keyifli sohbetler eşliğinde yemeğimizi yeriz. Ateş Hocam öğleden sonra da Seramik ve Cam Bölümü’nde yürütmüş olduğu derslere girerken ben de kendi derslerime girerim. Bu şekilde geçen bir eğitim döneminde saat 17.00’da derslerimizin bitiminde ‘Tasarım Atölyesi’nde buluşup çalışmaya başladık. Her hafta birbirimize ödevler verip, haftaya perşembe bir sonraki buluşmaya kadar bu vazifeleri yerine getirip buluştuk. Yaklaşık iki-üç saat süren çalışmalarımız, yaptıklarımızı birbirimize anlatıp, değerlendirmelerin ardından Kadıköy vapurunda sohbet ve son olarak Moda’da vedalaşmayla son bulurdu. Bu çalışma sürecimiz yaklaşık iki yıl böyle devam etti, benim için çok eğitici, öğretici keyifli bir zaman dilimiydi… Ateş Hocam çok titiz ve disiplinlidir, karakter olarak benzeşiyor olmamıza rağmen hocamın beni seçmesinin hakkını verebilmek için zaman zaman çok zorlandığımı da itiraf etmeliyim. Kitap yazımı 2019 yılı Mayıs ayında sonlandı, arkasından kitabın editörlüğünü çok sevgili hocam Prof. Dr. Münevver Çakı yaptı. Tasarımını ise can dostum Dr. Öğr. Üyesi İpek Torun, ‘mavi’ rengi koruyarak güzelleştirdi. Maalesef araya tüm dünyanın içinde bulunduğu Covid-19 pandemisi girdi. Bu can sıkıcı sürece rağmen durumu kabullenip beklemedik, kitap Türk Seramik Federasyonu’nun katkısıyla Literatür Yayıncılık’tan 2020 yılının Ağustos ayında çıktı.


Bir seramik sanatçısı olarak, teknolojiye hâkimiyetin önemli olduğunu düşünüyor musunuz?


H.B.: Öncelikle şu ifadeyi özür dileyerek düzeltmek istiyorum. “seramik sanatçısı” değil “sanatçı” ifadesinin kullanılmasını daha doğru buluyorum. Seramik bir malzemedir ve malzemenin sanatı olmaz. Örneğin heykel ya da resim yapanlar için ‘heykel sanatçısı’, ‘resim sanatçısı’ gibi isimlendirmeler yapmıyoruz, ‘ressam’ ve ‘heykeltıraş’ ifadeleri özelinde ‘sanatçı’ diye adlandırıyoruz. Neticede ortaya konan bir sanattır ve sadece sanatçının kendini ifade etmede malzemesi değişir. İllaki malzeme ile bir isimlendirme yapılacaksa da ‘seramik malzemeyi kullanan sanatçı’ ya da kısaca ‘seramikçi’ ifadesinin kullanılmasını tercih ederim.


Soruya dönecek olursak kesinlikle evet, malzemenin dilinden anlamanın üretimde çok büyük bir avantaj sağladığını düşünüyorum. Bazen bir ifade biçimi olarak teknolojinin üretilen sanat formlarında sözü çok büyük olabiliyor. Şöyle düşünün, kullandığınız çamurun özelliğini bilmiyor, astarın, sırın, pişirimin eğilimlerinden anlamıyorsunuz, bu yaklaşımla bilinçli bir başarı yakalanamayacağı, ancak başarı elde edilse bile tesadüf olabileceği düşüncesine sahibim. Eğer malzemenin teknolojisine hâkim değilseniz ülkede bulunan birkaç malzeme satıcısının size sunmuş olduğu belirli sayıda standart çamur, astar, boya sır ve benzeri ile yetinmek zorunda kalırsınız. Fakat temel düzeyde bir seramik teknolojisi bilgisine sahip olmanın size kısıtlı sayıda sunulanlarla yetinmeyip, çok basit yöntemlerle anlatım dilinizi zenginleştirebileceğiniz düşüncesini taşıyorum. Böylelikle sanat üretiminin özelleşeceği ve farklılaşacağı kanısındayım. Bu farkındalıkla da malzeme size değil siz malzemeye hükmeder, yarı rastlantısal durumu da ortadan kaldırmış olursunuz.


Seramik bölümlerinde öğrencilerin asıl yönelimi yaratıcı ve artistik çalışmalar üzerinedir, teknoloji genellikle ikinci planda kalır, mezun olduktan sonra atölye ortamında bir sorunla baş başa kalınca o eksiklik hissedilir. Sizin bir akademisyen olarak seramik öğrencilerine ve genç kuşaklara tavsiyeniz ne olur?


H.B.: Kesinlikle çok haklısınız ve çok doğru bir saptama yaptınız, öğrenci iken bazen çok fark edilmeyen ama bir işe girme ya da bir atölye kurma aşamasında yüzleşilen gerçekler 22 yıllık meslek hayatımda bunu bana defalarca kanıtladı. Üzülerek söylüyorum ki, içerisinde az da olsa matematiğin olması maalesef güzel sanatlar öğrencisini seramik teknolojisi alanından uzaklaştırıyor. Çünkü pek çoğu bu bölümlere sanatçı olmak için geldiklerini ve bu seramik kimyası, seramik teknolojisi gibi derslerin hayatlarının hangi dönemlerinde neye hizmet edeceğini bilemediklerini öne sürüyor. Öğrencilikte bir danışman ile projeler yürütüldüğünden, öğrencinin sorularını cevaplayabilecek ve sorunu çözebilecek bir profesyonel hep yanı başındadır. Fakat mezuniyet sonrası durumlar değişir, sanatçı malzemesi ile başbaşa kaldığında sorunlar gün yüzüne çıkar, sorunlarını çözmek için yalnızdır ve işte o anda da bir çaresizlik başlar.


Bir akademisyen sanatçı olarak, derslerimde de hep vurguladığım gibi temel düzeyde bir seramik teknolojisi bilgisine sahip olma bir sanatçı için gerekliliktir. Bu söylediğim belki çok sert olacak ve üzerime tepki çekeceğim ama aksi takdirde sanatçının hobi kurslarında bu işi öğrenmeye çalışanlardan bir farkı kalmayacaktır. O diplomanın hakkını vermek ve meslekte başarı sağlayabilmek için teknoloji bilmek elzemdir, yeni teknolojileri takip etmek de çok kıymetlidir. Kaldı ki, dönem teknoloji dönemi, gençler her türlü teknolojiye çok daha hızlı bir şekilde adapte olabilme yetisine sahipken, gençlere bu bilgiye ulaşım hız ve kolaylığını bir avantaja dönüştürmelerini şiddetle tavsiye ederim.


Anadolu Üniversitesi’nde başladığınız akademik kariyerinizi MSGSÜ’de sürdürüyorsunuz. Seramik eğitimi konusunda ayrıcalıklı yeri olan iki üniversite. Türkiye’de seramik eğitimi veren kurumları artıları ve eksileriyle değerlendirir misiniz?


H.B.: Bu soruyu cevaplamak benim için oldukça stresli ve riskli... Belirttiğiniz gibi ülkenin alanında çok iyi iki köklü kurumunda hem öğrenci hem de eğitici olma fırsatına sahip oldum. Zaman zaman ülkemiz ve yurtdışında seramik eğitimi veren kurumları ziyaret etme şansını yakaladım. Seramiğin sanat-tasarım alanının varlığının yanında geleneğinin, teknolojisinin, endüstrisinin de var olması bu malzeme ile çalışan sanatçılar için büyük bir avantaj oluşturmaktadır. Bu deneyim ile bir değerlendirme yaptığımda, ülkemizin kimi seramik eğitimi veren kurumlarının uluslararası rakiplerinden hiç de geri olmadığını düşünüyorum. Bu eğitimi çok iyi yapan yeterli-nitelikli eğitim kadrosu, alt yapı, ekipman, donanım gibi iyi olanaklara sahip kurumlar mevcut ama öte yandan da bir eğitimci olarak beni en çok rahatsız eden; ülkemizde yetersiz-niteliksiz kadrolar ve donanımsız alt yapı, ekipmanlarla çok sayıda seramik bölümünün varlığı ve öğrenci sayılarının fazlalığı… Olması gereken yeterlikte mezun verilebiliyor mu? Gerçekten seramik alanında bu kadar çok sanatçı-tasarımcıya ihtiyaç var mı? Mezunlar istihdam edebiliyor mu?


Meslekte aktif olarak geçirmiş olduğum 22 yıla dönüp baktığımda bu üç sorunun cevabını çok da sağlıklı bir şekilde veremediğimi anlıyorum ve bu da benim içimi acıtıyor. Bu durumun üzerinde oturulup çok ciddi düşünülmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.


 

Porselen tarihi ile ilgili de bir kitap yazmıştınız. Basıma hazır mı, yayıncı buldunuz mu?


A.A.: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve özellikle de Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik-Cam Programı’nın yenilikleri izleyen, öğrencilere nasıl daha iyi bir eğitim– öğrenim olanakları ve zenginliği sağlayabileceklerini sürekli düşünen yöneticileri ve öğretim elemanları var. Bana, porselen sanatını konu alan bir ders verip veremeyeceğimi sordular. Adını koymayı da bana bıraktılar: “Antika Porselen Sanatı ve Tarihi”. Bu ders seçmeli bir ders olup, kısıtlı bir kontenjanı da var (12 kişi), tüm üniversiteye açık bir ders. Yani, seramikçilerden başka Mimarlık, Resim, Geleneksel gibi bölümlerin öğrencileri de bu dersi seçebiliyorlar. Yalnızca ülkemizde değil, Avrupa üniversitelerinde bile bu ad ve içerikte bir ders henüz mevcut değil. Bol görselli, uygulamalı, müze ziyaretleri ile zenginleştirilmiş bu ders, ne yazık ki 2021 pandemi döneminde artık yüz yüze yapılamıyor. Dersin içeriği, “Dünya Porselen Sanatı ve Tarihi” adı altında, sanat tarihçi, müzeci, uzman Serkan Gedük’ün de değerli ve güncel katkıları ile bir kitap haline getirildi. Anlaşıldığı gibi, çok iddialı bir yayın olması gereken bu eser henüz tam bir bütünlük ve olgunluğa erişemedi. Üzerinde yapılacak çok titiz bir son çalışma ile basılma aşamasına gelebilecek. Bir prestij kitabı olacak Porselen Sanatı için henüz bir yayıncı bulunamadı. Kimse “basılacak kitabınız var mı?..” diye sormadığından, son rötuşlardan sonra sıra en zor aşamaya, yayıncı bulma aşamasına da gelecek umudundayım.


Seramik literatürüne katkı sağlamak isteyen yeni kuşaklara ne önerirsiniz?


A.A.: Seramik literatürüne katkı sağlamak amacı gözetildiğinde, yeni kuşaklara şunu tavsiye ederim. Lütfen tüm çalışmalarınızı, deneyimlerinizi yayın haline getirin, ödev çalışmalarınızı, master, doktora/sanatta yeterlik tezlerinizi kitap haline dönüştürün. Sergiler açın, kongre/sempozyum ve konferansları takip edip, mesleki dergilerde makaleler yayınlayın. Atölyelerinizde dersler verin, seminerler düzenleyin. Bunların hepsini yazılı hale getirin. Sosyal iletişimi çok iyi kullanan ve değerlendiren bir kuşaksınız. Yaptığınız çalışmalardan herkesin haberinin olmasını sağlayınız. Son olarak, İngilizce, İtalyanca veya Fransızca, Almanca yabancı dillerinden birini çok iyi öğrenin.



Türkiye’de porselen konusunda uzman bir isimsiniz. Müzeler dışında ülkemizde önemli porselen koleksiyonları var mı? Porselen koleksiyonu yapmak isteyenlere neler önerirsiniz?


A.A.: Kendimi porselen konusunda “uzman” olarak görmüyorum. Ben porseleni, öyküsünü ve malzemesini seven bir insan olduğuma inanıyorum. Porselen koleksiyonculuğu masraflı ve çok emek isteyen bir uğraş olduğu ve Türkiye’de piyasası olmadığı için, bildiğim kadarı ile müzelerin dışında önemli porselen koleksiyonları yok denilebilir. Porselen Avrupa’da imparatorların ve kralların prestij koleksiyonlarıdır. Yöneticilerin saraylarına değer katan objeler olarak algılanırlar. Porselen tarihinde, Prusya Kralı Friedrich Wilhem’in bütün dünyanın dilinden düşürmediği Çin porselenleri koleksiyonu vardı. Bu olayı, Bruce Chatwin “Porselen Delisi Utz” (Can yayınları,1991) adlı romanında çok eğlenceli yönüyle anlatır: “…18. yüzyılın en garip diplomatik alışverişlerinden biri de Friedrich Wilhelm’le yaptığı anlaşma sonucunda, Saksonya kralı Augustus doğu eyaletlerinden topladığı altı yüz tane dev yapılı (çoğu geri zekalı devlermiş) adam verip karşılığında Berlin’deki Charlottenburg Sarayı’ndan 127 tane Çin porseleni satın almış…” Bu anekdotu derste de öğrencilerimle paylaştığımda, zeka özürlü de olsa, Potsdam Bombacı Alayı’nda görevlendirilecek zavallı bir askerin değerinin kaç porselene denk geldiğini de hesaplamaya çalışırız!


Porselen koleksiyonu yapmak isteyenlere önerilerim şunlardır: Önce hangi obje üzerinde yoğunlaşmak isterler, buna karar vermeliler. Örneğin ben porselen çıngıraklar, porselen yüksükler, porselen kahve fincanları, artık üretilmediği için gelecek dönemlerde daha da değer kazanacak olan İstanbul Porselen Fabrikası’nın takımlarından parçalar biriktiriyorum. Ancak, bunları snob antika mağazalarından değil, eskicilerden satın alıyorum. Hem daha az para ödüyorum hem de çok bilgiç antikacıların bana porselen konusunda olur olmaz şeyler anlatmasına engel oluyorum. Bir de, eskicilerde olsun- Dolapdere eskiciler pazarını tavsiye ederim- mağazalarda olsun, çok aradığım bir porseleni bulduğumda sevincimi belli etmiyorum. Böylece, bulabileceğimi hiç ümit etmediğim, 19. yüzyılda İstanbul–Bahçekapı’da satılmış “Alimzade Ömer Efendi” damgalı porselen kayık tabağına üç tekerlekli bir eskici arabasında rastladığımda ona 20 TL’ye sahip oldum. Mağaza fiyatı en az yüz katı ederdi!


Sizin de farklı koleksiyonlarınız var. İlgi alanınızdaki bir objeye sahip olmak nasıl bir duygu uyandırıyor?

İlgi alanımda o kadar çok obje var ki!.. 1940 doğumlu olduğum için Art Deco tarzı eşyalarla büyüdüm: Marconi markalı lambalı salon radyoları, koltuklar, kanepeler, sehpalar, Serkisof markalı – şimendifer motifli- saatler… 250-300 tanesine sahip olduğum halde onları hala satın almak isteğim ağır basıyor!


Yorumlar


bottom of page