Akademisyen ve seramik sanatçısı Atilla Cengiz Kılıç, seramiğin resim kadar renk, heykel kadar form barındırdırdığını söylüyor. Ama çalışmalarında asıl olarak seramiğin kendi dokusunu, şekillendirilebilir özelliğini, formunu, boşluğunu, doluluğunu ön plana alarak üretiyor.
DOÇ. M. CANDAN GÜNGÖR
Akademisyen ve sanatçı Doç. Atilla Cengiz Kılıç ile Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin 1988 yılındaki yetenek sınavlarında tanıştık. Öğrencilik yıllarımıza bir de aynı kurumda çalışmak eklenince otuz beş yılı birlikte geçirdiğimizi görüyorum. Yıllar içinde sevgili Atilla’yı daha iyi tanıdım, onun seramik tutkusuna tanık oldum, okul ve atölye çalışmalarında kendisini izledim. Atilla Cengiz Kılıç her geçen zamanda olgunlaşan sanatıyla seramiği çok üst noktalara taşıyan bir isim.
Seramiğe nasıl başladınız? Seramik alanında okumaya nasıl karar verdiniz?
Ben seramiğe isteyerek başladığımı söyleyemeyeceğim, tamamen tesadüf sonucu hayatın akışı bu yönde gelişti. Benim üniversite yaşamına girmiş olduğum dönemde, üniversitelerin, Güzel Sanatlar fakültelerinin çoğunda Seramik bölümü bulunmuyordu. Fakültelerde genellikle çok bilinen birkaç bölüm vardı. Resim ve Heykel bölümleri en fazla tercih edilen bölümlerdendi. O dönemki düşüncelerimde Resim ya da Heykel bölümlerinde eğitim görmek benim de istediğim bir şeydi. Tercih sürecimde arkadaşımın teşvik etmesiyle Seramik Bölümü’nü tercih ettim ve bu bölüme de yerleştim. Bugüne kadarki geçen zaman içerisinde Seramik Bölümü’nü tesadüf sonucu olarak seçmiş olsam da eğitim görmüş olduğum bölümün hayatım boyunca çok severek yaptığım mesleğime dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. Bu açıdan bakıldığında kendimi çok şanslı görüyorum.
Çamuru ilk sınavda ve okulda tanıdınız yani?
Tabii ki hayır. Çamurla tanışıklığım çocukluğuma kadar dayanır. Çocukken ve hatta lise dönemlerinde dahi sürekli balçıktan heykeller yapıyordum. İçimden geldiği ve çamurla vakit geçirmeyi sevdiğim için sürekli bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Çamurdan bir şeyler yapmak beni çok mutlu ediyordu. Mesleği resim öğretmenliği olan bir amcam vardı. Yaz tatilli dönemlerinde bizi ziyarete geldiğinde yaptığım çalışmalarımı ona göstermek, onun beğenisine sunmak ve onun takdirini almak çok hoşuma gidiyor ve beni mutlu ediyordu. O dönemde kurumuş çamurlardan yontma yöntemini kullanarak bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Sınav dönemine kadarki zaman içeresinde çamurla tanışmam bundan ibaretti.
1992 yılında henüz lisans öğrencisiyken Altın Testi Seramik Yarışması’nda Birincilik Ödülü aldınız. Bu ödül size neler kattı, belleğinizde nasıl bir anısı var?
Üniversite son sınıfta Sayın Prof. Sevim Çizer hocamızın projesinde yaptığım bir çalışmayla Altın Testi Yarışması’nda Birincilik Ödülü kazandım. Doğrusunu isterseniz o dönemde daha öğrenciyiz, bölümümüz yeni bir bölüm, bizlere örnek olacak üst sınıf öğrencisi pek yok. Böyle bir ödül, böyle bir başarı her şeyden önce “Biz ne yaptık ya da ne yapıyoruz?”un cevabı oldu. Bir şeyler yapıyorsunuz ve yapmış olduğumuz şeyle takdir de ediliyorsunuz. Bu ödülün her zaman hem benim hem de diğer sınıf arkadaşlarım için iyi bir motivasyon aracı olduğunu düşünmüşümdür. Bu ödülü aldıktan sonra özgüvenimiz daha da arttı. Bu yarışma organizasyonuna Türkiye’de katılım çok tercih edilirdi; özellikle öğrencilerin kendilerini göstermek, kanıtlamak istediği bir yarışmaydı. Bu yarışma hala devam eden bir organizasyondur ve çok değerlidir. Burada ödül almış olmak, gerçekten kendimi tanıma, potansiyelimi görme, “yaptığım işi doğru mu yapıyorum” sorusunun cevabı gibi birçok duyguyu bana ve bize yüklemiş oldu. Bu belki bende motive edici bir başlangıç oluşturdu. Daha çok özgüven yarattı, daha fazla bir şeyleri inanarak yapma olanağı sundu.
Eserlerinizde size ilham veren konular, temalar nelerdir? Geleneksele olan yaklaşımınız ve ilginizden biraz söz edebilir misiniz?
Bir eğitim sürecinden geçiyorsunuz, bu süreci geçerken hocalarınızın sizleri yönlendirmesi, ülkenizin sahip olduğu seramikler, dünyadaki seramikler ve dünya seramik sanatçılarının yaptıkları gibi birçok etkeni görüyorsunuz ve izliyorsunuz. Tüm bunlara bakarak kendinize bir yol belirliyorsunuz. Doğrusu bu yolu belirlerken ben de tabii ki popüler olan formlardan, düşüncelerden etkilenerek eserler tasarlamak, yapmak istedim ve yaptım da. Bu çalışmalarım o dönem için çok doğruydu, çok popülerdi. Fakat bu çalışmaları yaparken bir şeylerin eksikliğini hissediyordum. Bana ait değillermiş gibi geliyorlardı. Kendime ait olan, beni anlatan, benden olan çalışmalar yapmak istiyordum. Çalışmalarımı bu düşüncelerime göre yapmaya başladım. Bu şekilde ürünler yapmak bana daha büyük mutluluk verdi. Eserlerim bana yakın, beni anlatan, çok popüler olmasa da inandığım ve beni mutlu eden tasarımlardır. Konularımı da ilk dönemlerde daha çok Anadolu uygarlıklarından alsam da bugünkü çalışmalarımda ülkenin lokal bir bölgesini, bir düşüncesini, bir ifadesini de kullanmayı seviyorum. Sonuçta ortaya çıkan ürünlerin bana, hatta bize ait olmasına önem veriyorum.
Çağdaş eserlerinizde gelenekselden ilham aldığınızı görüyoruz. ‘Geleneksel’ size neyi ifade ediyor?
Evet tabii ki benim bir akademisyen kimliğim var. Şu anda Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü Çini Tasarımı ve Onarımları Anasanat Dalı’nda Öğretim Üyesi olarak çalışıyorum. Ben aynı fakültenin Seramik Bölümü mezunuyum. Yüksek Lisans ve Sanatta Yeterlilik eğitimimi de bu bölümde yaptım. Ülkemizdeki üniversitelerde Seramik ve Çini olmak üzere iki farklı anasanat dalı adında eğitim veren bölüm var. Bu bölümlere baktığımızda birbirlerinden çok da farklı şeyler olmadığını görüyoruz. Seramik çok daha kapsamlı iken çini ise daha sınırlı bir alanı kapsamaktadır. Sonuca baktığımızda çinide kullanılan teknikler ile seramiğin içinde kullanılan tekniklerin aynı olduğunu görüyoruz. Tek başına çini eğitimi almak veya tek başına seramik eğitimi almak bir eksiklik oluşturuyor. Bu durumu kendi eğitim hayatımda gözlemlediğimi söyleyebilirim. Seramik bölümünden Çini bölümüne geçtiğimde çininin o görkemli çamur yapısını, sır yapısını fark ettim. Seramik eğitiminde çini ile ilgili şeyleri ileri boyutlu gösteremediğimiz için bazı şeyler eksik kalıyor ya da çini eğitimi verdiğinizde bütün seramiği öğretemediğiniz için orada da eksiklikler kalıyor. Ben bu eksikliklerden yola çıkarak öğrencileri daha bir bütünleyici eğitim alanına çekmeye gayret ediyorum. Bu yüzden öğrencilerime daha çok tüm dünyanın geleneksel seramiklerini baz aldırmaya çalışıyorum. Sadece çini eğitimi değil, dünyada Uzakdoğu’nun, Yakındoğu’nun geleneksel seramik üretim yöntemlerini derslere aktarmaya çalışıyorum. Bu durumun öğrencilerde bir zenginlik oluşturacağını kanısındayım. Amacım bakış açılarını zenginleştirmek. Sadece sıraltı tekniğiyle çini tabak boyamanın öğrencileri çok fazla geliştiremeyeceğini inandığım için kendilerini daha iyi ifade edecek araçlar için farklı teknikleri, faklı şeyleri bilmeleri gerektiğinden eğitim programımı buna göre düzenleyip bu şekilde geliştirerek sürdürmeye çalışıyorum.
Eserlerinizi meydana getirirken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Aslında bunu iki farklı kategoriye ayırabilirim; bir ben hep baştan beri şunu söylüyorum; akademisyenlerin bir üretim alanı olması gerekliliği, sürekli üretim yapması lazım. Üretim yaptığın alanda bir doku, bazen bir küçük form, küçük bir etki çok farklı çağrışımlar yapabiliyor, buradan yola çıkarak çok farklı şeylere ulaşabiliyorsunuz. O yüzden her sanatçının mutlak üretim alanı olması gerektiğine inanıyorum. İkincisi ise, tasarım bir süreç içerisinde oluşmaya başlıyor, olgunlaşıyor, deneysel şeylere dönüşüyor. Konuyu ve amacı belirlendikten sonra denemeler yapıyorum. Çoğu zaman konuya yoğunlaştığımda içinde bulunduğum duygu yoğunluğu ile eserlerimi tasarlıyorum. Üretim aşamasının bana en fazla haz veren kısım olduğunu söyleyebilirim.
Pişirim tekniklerine hakimsiniz ve eserlerinizde sıklıkla kullanıyorsunuz. En çok hangi tekniğin eserlerinizle örtüştüğünü düşünüyorsunuz? Günümüzde alternatif pişirim teknikleriyle ilgili etkinlikler yapılıyor. Siz de geçmişte üniversite bünyesinde ‘İsli Pişirim’ adıyla bir etkinlik düzenliyordunuz, biraz bu etkinlikten bahseder misiniz?
Aslında seramikle uğraşan herkes bilir ki; tekniğe hakimiyetle, ürettiğiniz seramiklerdeki başarı doğru orantılı. Eğer tekniğe hâkim değilseniz, çok başarılı projelerinizi hayata geçiremeyebilirsiniz. Bazen yanlış bir teknik uygulamayla çok başarılı bir projenin değerini kaybettirebilirsiniz. O yüzden tekniğe hakimiyet çok önemlidir. Ben de seramikteki tekniklerin özellikle uygulama aşamasında önemini biliyorum. Adını anmadan geçmek istemediğim Prof. Zeliha Mete gerçekten hepimizde büyük emeği olan bir hocamızdır. Çok coşkuluydu, bizimle sürekli teknikleri uygulardı. Öğrenciliğimin ilk yıllarında teknoloji dersindeki hocamızın indirgen ortam pişirim tekniğini bizimle tanıştırmasıyla oradaki etkiler, o görsel oyunlar, renk hareketleri, pişirimin kendi içindeki yoğun değişimleri bende o tekniğe karşı müthiş bir ilgi uyandırdı. Bu ilgi ile daha sonraki süreçte bitirme tezimi de indirgen ortam pişirim tekniği ile tamamladım. O günden bugüne kadar bütün indirgen ortamlarda deneysel çalışmalar yapmaya gayret ettim ve işlerimde bu pişirim yöntemini çok kullandım. Öyle bir duruma geldi ki; yapmış olduğum bir eserde indirgen ortam pişirimi yapmazsam o işte bir eksiklik varmış hissi uyanıyor ve sanki bir yanı hep eksik kalıyor gibi geliyor.
Benim fikrime göre seramik çok zengin bir alan hem pişirim teknikleri hem de insanları da bir araya getiren bir malzeme. Ben bölümümde dokuz kez İsli Pişirim etkinliği yaptım. Alternatif pişirim tekniklerinin ilk örneklerinden biri olduğunu söyleyebilirim. O zaman bu tekniklere alternatif değil de bir isim bulmak istiyordum ve “İsli Pişirim” adını koymayı uygun gördüm ve ilk yıllarda bu tür pişirim örnekleri belki çok az vardı. O zaman birçok tekniği bir arada kullanabiliyorduk. Düzenlemiş olduğum İsli Pişirim etkinliklerinde farklı üniversitelerden yaklaşık yüz-yüz elli kişilik gruplar geliyordu, hocalar öğrencileriyle birlikte geliyorlardı. Öğrenciler birbirleriyle iletişim kuruyorlardı, hocalarla konferanslar, sunumlarımız oluyordu. Bilgi alışverişinde bulunuluyordu. Çok farklı üniversiteler, bu organizasyonumuza katılım göstermişti. Fakat o dönemlerde bugünkü gibi dijital gelişmişlik çok fazla olmadığı için sesimizi fazla duyurmamış olabiliriz. Sanırım bu etkinliği bugünkü alternatif pişirim tekniklerinin hem Raku’nun hem Kâğıt Fırın’ın öncülerinden saymamız mümkün.
Seramik sanatına bakış açınızı değerlendirebilir misiniz? Seramik malzeme olarak heykel sanatının bir alt malzemesi olarak görülüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Aslında seramik hangi açıdan baktığınıza göre farklı bir tanım oluşturuyor: Eğer seramikle ilgili çalışma yapıyorsanız farklı bakıyorsunuz, heykelle ilgili çalışma yaparken seramik kullanıyorsanız farklı bakabiliyorsunuz. Bunlar bana göre gerçekten sonucu çok etkileyen noktalar. Ben seramik yapıyorum ve seramik yaptığımda seramiğin içerisinde, resim kadar renk, heykel kadar form barındırdığını ama onlara artı olarak bir de seramiğin kendi dokusunu, kendi şekillenebilir kabiliyetini, formunu, boşluğunu, doluluğunu yaşıyorsunuz. O yüzden ben şunu söyleyebilirim; evet seramikle heykel yapabilirsiniz, seramik üzerine resim de yapabilirsiniz ama seramikle, seramik de yapabilirsiniz. Ben seramikle, seramik yapmayı tercih ediyorum ve onu da gerçekten hissetmek için seramik yapmak gerektiğine inanıyorum. O zaman onun farkını, yapısını, çamurun size neler kattığını görebiliyorsunuz. O yüzden seramiğe sadece heykel malzemesi demek seramiğe haksızlık olur.
Sanat çalışmalarınızı değerlendirir misiniz?
Şuradan yola çıkmak istiyorum, bu konuda hep düşünüyorum; seramik farklı bir malzeme, yumuşak bir malzeme, şekillenen bir malzeme. Seramikten yaptığınız şeyi seviyorsunuz. Ona çok ağır şeyler yüklenmemesi gerektiğine inanıyorum. Ağır şeyler yüklemeye çalıştığınızda çamur zorlanıyor. Çok basit bir örnekle şu şekilde anlatmaya çalışayım; I. Dünya Savaşı’nı seramik bir form ile anlatmaya çalıştığınızda zorlanıyorsunuz. Onu anlatabileceğiniz farklı sanat dallarımız olduğunu söyleyebilirim. Sinema, tiyatro, resim, müzik ya da romanda anlatabilirsiniz. Ama seramiğin böyle ağır konulara çok yatkın bir malzeme olduğunu düşünmüyorum. Seramiği size yakın, sıcak, evinizde gördüğünüzde size mutluluk veren, huzur veren ürünler olarak görmekteyim. Gördüğünüzde ona sahip olmak istiyor musunuz? Eğer sahip olmak istiyorsanız, ben onu başarılı olarak buluyorum. Ben de çalışma konularımı bu yönde seçiyorum. Tabii ki her türlü konuyu çalışana da saygı duyuyorum.
Çağdaş Seramik Sanatı’nın günümüzdeki durumunu nasıl değerlendirirsiniz?
Evet öncelikle İzmir’den başlayayım; İzmir Türkiye’de gerçekten dokusuyla, yaşayan insan yapısıyla, kültürüyle faklı bir şehirdir. Seramik şehri de diyebiliriz. Seramiği çok sevmiş, benimsemiş insanların olduğu şehir olarak düşünüyorum. Mimari mekanlara baktığımızda birçok yerde seramik görüyorsunuz. İzmir’de hem profesyonel hem de amatör olarak seramikle ilgilenenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Böyle olmasında üniversitenin büyük bir katkısı var. Seramik kursları, bununla birlikte kendi kendini yetiştiren bireyler vs, çok sayıda gönüllü seramikçiler var. Bu bireyler tamamen kendi özgün çalışmalarını oluşturuyorlar. Hem ülkede hem de dünyada takdir görüyorlar. Birçok etkinlik yapılıyor ve bu etkinliklere gönül veren, emek veren kişiler var, kurumlar var. Yıldız Şima ailesini burada özellikle örnek vermek istiyorum. İzmir’in seramik kimliğine çok büyük katkısı olan bir aile, özellikle rahmetli eşi Halim Şima. Günümüzde Tüzüm Kızılcan’ın bugün bile yürüttüğü etkinliklerle seramiğe bakışını, onun çalışmalarında veya duruşunda kalitesini görüyorsunuz. Mustafa Tunçalp hocamız, İzmir’deki atölyesinde halen üretimlerini sürdürüyor. Bu saymış olduğum isimlere seramiğe değer katan insanlar olarak bakıyorum. Dünyaya baktığımızda da seramik çok farklı boyutlara ulaştı. Son dönemlerde daha çok artık kavramsal seramikler yapıldığını görüyorum. Kavramsal sanatın bizim toplumumuz için biraz daha erken olduğunu, alt yapısının tam olmadığını düşünüyorum ve toplumumuz tarafından anlaşılamadığını gözlemliyorum. Bu tür çalışmalar yapan kişilere de saygı duyuyorum.
Son sergilerinizden ‘Yüzler, Kimlikler, İfadeler’ de maske kültürünü inceliyorsunuz ve çalışmalarınızı bu temayla oluşturuyorsunuz. Bir kültürel öge olarak maskeleri kendi seramik dilinizle yorumladınız. Peki sizin maskeleriniz ne amaçla yapıldı? İzleyiciye vermek istediğiniz mesajınız neydi?
Dünya tarihinin başlangıcından itibaren, insanlar çeşitli nedenlerden yüzlerini farklı göstermek için maske takmaya ihtiyaç duymuşlardır. Maskeler farklı zamanlarda farklı formda ve farklı kullanım şeklinde, belirli bir durum, amaç ve ihtiyaçları karşılamak için yapılmıştır. Bunların arasında en bilinenleri, şeytan çıkarma maskeleri, büyücü maskeleri, dramatik (maskeler/opera/dans) maskeleri, politik ve soyluluk maskeleri, Şamani maskeler, avcılık, moda, film, festival ve tören maskeleri, ve cenaze maskeleri, savaş, sağlık ve ritüel maskeleri, politik koruma, kılık değiştirme maskeleri olmak üzere birçok maske çeşidi bulunmaktadır. Geçmişten günümüze kadar maskeler, onu kullanan kişiyi, doğaüstü güçlere karşı ya da maskeyi kullanan kişinin korkularına karşı onu çeşitli tehlikelerden koruduğuna inanılır. Sorulması gereken soru; insanlar neden yüzlerini farklı gösterme ihtiyacı duymuşlar ve duymaya devam etmektedirler? Bunun cevabını önyargılarda görmek mümkün olabilir mi? Gerçeği saklama ihtiyacı, olduğundan farklı görünme isteği, ön yargılardan kaçınma veya farklı bir önyargı oluşturma isteği gibi insana has öngörülerden dolayı olabilir mi? İnsanların yüzleri, onların kimlikleridir ve karşı tarafa kendisi ile ilgili birçok önbilgi verir. Bu bilgiler çoğu zaman yanıltıcı da olabilir. Yüzün rengi, ifadesi, coğrafyası, kişinin psikolojisi, eğitim durumu, yaşanılan toplumu vb. birçok ön yargıyı karşı tarafa aktarı. Bu durum, karşı tarafa bazen pozitif, bazen de negatif etki verebilir. Önemli olan, görülen değil, görünmeyen gerçeği görmek için uğraşmak olmalıdır. Ben, yapığım masklarda insan yüzünde benim için önemli olan unsurları ön plana çıkardım ve bu algılamayı sanat severlerin bakış açılarına bırakıyorum.
Comentários